Zaman böyle ağır ağır akıp giderken gemi adamları hem görevleri gereği hem de vakit öldürmek için, yanından geçtikleri gezegenleri inceleyerek, onların yerlerini belirleyecek, görüntü analizleri yapacak, yerçekimlerini hesaplayacak ve yörüngelerini ölçeceklerdir. Son olarak da koşulları dünyamıza en çok benzeyen bir gezegeni iniş yeri olarak seçeceklerdir. Bunda amaç, tükenmeye yüz tutan yakıtlarını yenilemektir.
İnilecek gezegenin dünyamıza çok benzediğini kabul edelim. Daha önde de belirttiğim gibi, bunun olmaması için hiç bir neden yoktur. Gezegen, dünyamızın 8000 yıl önceki durumuna benzememekte ve üzerinde uygarlık da aynı aşamayı yaşamaktadır. Elbette bütün bunlar inişten önce, gemideki araçlarla belirlenmiştir. İnilecek alan, ‘bölünebilir madde kaynaklarına’ en yakın olan bölgedir. Gemideki araçlar, uranyum madenlerinin hangi dağ sıralarında bulunabileceğini de güvenilir ve çabuk bir biçimde gösterirler.
İniş tasarlanan biçimde gerçekleştirilir.
Gemi adamlarının gözüne çarpan ilk şey, taştan araçlar yapan, mızraklarla vahşî hayvan avlayan, otlaklarda koyun ve keçi sürüleri güden, ilkel biçimde çanak çömlek ve ev gereçleri yapan birtakım yaratıklar olur.
Acaba bu ilkel yaratıklar, gökten inen canavar ve içinden çıkan garip şeyler hakkında ne düşünürler? Her halde ilk yapacakları şey yerlere kapanıp yüzlerini toprağa gizlemek olacaktır. O güne kadar aya ve güneşe tapmışlardır. Ama şimdi olan, korkunç bir şeydir: Tanrılar gökten inmişlerdir!
Olayın ilk heyecanı geçince, ilkel yaratıklar bir kaya ardına geçip olanı biteni izlemeye koyulurlar. Az ötelerinde kafalarında çubuklu şapkalar taşıyan, (antenli başlıklar); geceyi gündüze çevirebilen (ışıldaklar) tanrılar harıl harıl çalışmaktadırlar. Yabancılar hiç güç harcamadan göğe yükselirken (roketli kemerler) gezegen sakinleri neredeyse küçük dillerini yutarlar. Bilinmeyen ‘hayvanlar’ homurdana vızıldaya gökte uçmaya başlayınca da (helikopterler ve her işe yarayan taşıtlar) yüzlerini yine toprağa gömerler. Son olarak tüyler ürpertici bir ‘bumm’ sesi duyulur (deneme patlaması). Yaratıklar çil yavrusu gibi dağılarak mağaralarına kaçışırlar. Artık astronotlarımız onların gözünde yüce birer tanrıdır.
Günler geçer. Uzay adamları yoğun çalışmalarını sürdürürler. Bir gün rahipler ve büyücülerden oluşan bir topluluk tanrılarla ilişki kurmak için, ilkel içgüdüleriyle kestirdikleri başkana yaklaşırlar. Yanlarında konukseverliklerini gösterecek armağanlar vardır. Uzay adamlarımız elektronik beyin aracılığıyla onların dillerini hemen öğrenirler ve nezaketlerine teşekkür ederler. Uzun uzadıya kendilerinin tanrı olmadığını, tapmaya değer bir üstünlük taşımadıklarını anlatırlarsa da, sonuç alamazlar. İlkel dostlarımız başka türlü düşünememektedir. Onlar yıldızlardan gelmiş, büyük güçler göstererek mucizeler yaratmışlardır. Tanrılardan başka bir şey olamazlar! Uzay adamları direnerek yardım teklif ederler. Yine sonuç yoktur. Olan bitenler çoktan, karşılarındaki ilkel yaratıkların anlayış sınırlarını aşmıştır.
İniş gününden sonra olacakları tam olarak kestirmek güçtür, ancak aşağıdaki eylemlerin, önceden düşünülmüş bir tasarı gereğince uygulanabileceği düşünülebilir.
Nüfusun bir bölümü kazanılarak, dünya’ya dönüş için gerekli olan uranyum’un araştırılması ve çıkarılması için eğitilir.
Yaratıkların en akıllısı ‘kral’ seçilir. Gücünün apaçık belirtisi olarak, tanrılarla doğrudan doğruya ilişki kurulabileceği bir telsiz aracı verilir.
Uzay adamlarımız onlara basit uygarlık gereklerini ve birtakım ahlâk kavramlarını öğretirler. Özellikle seçilmiş kadınlar gemi adamlarınca döllenir. Böylece doğal evrimin birkaç aşamasını atlatan bir soy doğar.
Bu soyun uzayda uzmanlaşabilmesi için ne kadar zaman geçmesi gerektiğini kendi tecrübelerimizden biliyoruz. Neyse, uzay adamlarımız dönüş yolculuğuna başlamadan önce, arkalarında ancak çok çok sonra, yüksek teknik yetenekleri olan ve matematik temellere kurulmuş bir uygarlığın anlayabileceği birtakım izler ve işaretler bırakırlar.
Gezegen yaratıklarını, kendilerini ileride bekleyen tehlikelere karşı uyarmanın ne ölçüde yarar sağlayacağını da kestirmek pek güçtür. Onlara korkunç kıtalararası savaşları ve atomik patlamaları konu alan filmler gösterdik ve savaşın iğrençliğini anlattık diyelim. İleri uygarlık düzeyine ulaşan ve tarih kitapları tiksindirici savaşlardan geçilmeyen yirminci yüzyıl dünyası bile, durmadan ‘savaş ateşiyle’ oynadığına göre, onların da her şeye rağmen, bir gün aynı çılgınlığa düşeceklerini düşünmek yerinde olur sanırım!
Uzay gemisi evrenin karanlıklarında kaybolup gidince, geride kalan dostlarımız, bu inanılmaz mucizeyi konuşmaya başlayacaklardır: Tanrılar buradaydı! Başlarından geçenleri babadan oğula, anneden kıza geçecek destanlar biçimine sokacaklar, tanrıların geride bıraktığı armağanları, küçük araçları tapınaklarına kaldırarak, kutsal emanetler olarak koruyacaklardır.
Eğer yazıyı keşfetmişlerse, olanları korkunç, olağanüstü ve mucizevî diye niteleyerek yazmaya koyulacaklardır. Kitapları ve resimleri, sağır edici gürültülerle gökten inen bir uçan gemiyi ve altın elbiseli tanrıları anlatacaktır. Denizlerin ve karaların üstünde uçan savaş arabalarından, korkunç silâhlardan söz edecek, tanrıların geri dönmeye söz verdiklerini, altını çize çize belirteceklerdir.
Bir zamanlar gördüklerini kayalar üzerine çizmeye koyulacaklardır.
Kafalarında başlıklar ve çubuklar bulunan şekilsiz devler; göğüslerinde çantalar taşıyan yaratıklar; ne olduğu bilinmeyen varlıkların binip gökyüzünde dolaştıkları toplar; üstünde ışınların fışkırdığı değnekler, kocaman böceklere benzeyen ve taşıt aracı olduğu kesin olan garip biçimler…
Uzay gemimizin ziyaretinin doğuracağı türlü etkiler saymakla bitmez. Kitabımızın ileri sayfalarında, eski çağlarda dünyamızı ziyarete gelen ‘tanrıların’ da ne gibi izler bıraktıklarını göreceğiz.
Gezegende bıraktığımız dostlarımızın bu olanlardan sonraki hayatlarını izlemek kolaydır. Gizlice seyrettikleri tanrılardan, epey yeni şey öğrenmişlerdir. Geminin indiği alan, kutsal bölge olarak açıklanır. Din merkezi sayılabilecek olan bu alanda, belirli dönemlerde, ‘hac’ toplantıları yapılır ve tanrıların ‘kahramanlıkları’ anlatılır. Astronomik kurallara uygun piramitler ve tapınaklar kurulur. Yüzyıllar geçer. İnsanlar çoğalır ve savaşa başlar. Sonunda kutsal yerlerin çoğu toprak altında kalır. Daha sonra tanrıların yerlerini bulan başka kuşaklar gelir, kazılar yapılır ve bu kuşakların karşısına binlerce anlaşılmaz kalıntı çıkar.
İşte biz, bugün aynı aşamadayız. Üstelik aya inmeyi ve uzayın birçok sırrını çözmeyi de başardığımız için, düşünce boyutlarımız oldukça geniş. Dev bir geminin, güney denizlerindeki ilkel yerlileri ne ölçüde etkilediğini biliyoruz. Cortes’in Güney Amerika insanlarını nasıl korkuttuğunu kitaplarımız yazıyor. Bu bakımdan, silik de olsa, bir uzay gemisinin tarih öncesi dönemlerde nasıl etkili olduğunu düşünebiliriz.
Şimdi soru işaretleri ormanını meydana getiren açıklanmamış kalıntılar dizisine yeni bir açıdan bakmalıyız. Bir araya geldiklerinde, tarih öncesi uzay yolculuklarından arta kaldıkları anlamını taşıyorlar mı? Bizi geçmişin karanlıklarına götürürken, aynı zamanda geleceğimiz için yaptığımız tasarılara ışık tutuyorlar mı?
Erich Von Daniken