HİNDUİZM İN RUHU
 
Hinduizm geniş Hint yarıkıtasında egemen bir dindir ve tarihinin başlangıcından beri milyonlarca Hintli’nin yaşamını, düşünmesini beşikten mezara kadar oldukça derin bir biçimde etkilemiştir. Hint felsefesinde, sanatında, mimarisinde, edebiyatında, politikasında, sosyolojisinde, kısacası tüm kültüründe yok edilemez bir etki bırakmıştır.
Din, Hint insanına mutlulukta ve felakette ruhsal huzur vermiş ve ona yaşamın sorunlarına yönelme yürekliliğini sunmuş, onun nihai ruhsal hedefini görmesine olanak hazırlamıştır. Hindistan, Hinduizm’in bir dalı olan Budizm aracılığıyla da Seylan [bugün Sri Lanka], Burma [bugün Myanmar], Tibet, Japonya ve Kore’nin yanısıra Asya’nın öteki ülkelerinin ruhsal kültürlerini -ki bunların çoğu Hindistan’ı ruhsal anavatanları olarak kabul ederler- etkilemiştir.

Hindistan, geçmişinde, Batı toplumlarında siyasal anlamda kolayca ortaya çıkan ulusal birliği geliştirmemiştir. Fakat ortak ruhsal ideallere karşı kendilerini yükümlü sayan Hintliler kopmaz bir dinsel bağla bir arada olmuşlardır. Bu, Hindistan’ın ulus olarak uzun bir süre yabancı egemenliğine ve tarihindeki öteki iniş çıkışlara karşın niçin dağılıp bozulmadığını gösterir. Törelerdeki, inançlardaki, beslenmedeki ve giyinişteki, kastlardaki, sosyal dav­ranıştaki, dildeki ve politikadaki bütün ayrımlar bu derin ruhsal birliği yok edememiştir. Modern bir Hindu’yu “kazıyın”, onun bütün eğitiminin ve öğreniminin cilası altında dindar bir insan bulursunuz.

Hindistan dini ve felsefesi sayesinde Batı dünyasında birçok bilginin saygısını kazanmıştır: Örneğin Max Müller şöyle yazmaktadır:
Benden, hangi göğün altında beşeri zihnin değerli yeteneklerinin en zengin biçimde geliştirildiğini, hayatın en büyük sorunlarının en derin bir şekilde araştırıldığını ve hiç olmazsa bir kısmı için, hatta Platon’u ve Kant’ı incelemiş olanların bile hayran kalacakları çözümler bulunduğunu soracak olsalardı, Hindistan’ı gösterirdim. Ve yine tenden, hangi edebiyatın bize, yalnızca Grek ve Roma düşüncesiyle ve onların semitik kökeniyle yaşamış olan biz Avrupalılar’a, iç hayatımızı daha yetkin, daha anlayışlı, daha evrensel, kısacası daha insanca biçimlendirmek için sadece bu hayata değil, aynı zamanda değiştirilmiş ve ebedi bir hayata ilişkin zorunlu dengeyi verebileceği sorulsaydı yine Hindistan’ı gösterirdim.
Hinduizm, hayatla hiçbir ilişkisi olmayan soyut felsefi kuramlar topluluğu ya da bir kör inançla kabul edilmesi gereken dinsel dogmalar yığını değildir. Hinduizm felsefeyle dini, akılla inancı birleştirmekle ona bağlananlara gerçeği dosdoğru görmeyi ve bu görmenin doğruluğunun nedenlerini açıklamayı üzerine almaktadır. Felsefe, Hindu’yu dinsel bağnazlıktan korumakta ve din, onu soğuk bir entelektüalizmin bir fildişi kule gibi duruşundan uzak tutmaktadır. Hinduizm’in gelişim sürecinde din, her ne kadar dinsel törenleri ve dogmaları en yüksek hedefin elde edilmesi için biricik araç olarak açıklamak gibi bir yanlışlığa düşmüşse de sağlıklı, akılcı bir felsefe onu doğru yola çıkarmıştır.
Zihin, biricik yol bulucu rolünün kendinde olduğunu iddia etmek gibi bir haddini bilmezliğe düşerken; din, salt mantıksal düşüncenin geçiciliğini açığa vurmuş ve inancın, son gerçeğe ulaştıran köprü olarak önemini vurgulamıştır. Böylece, sadece Upanişadlar’ın bilgeleri değil, Buda ve Sankaraçarya da (İS 788-820), kendi çağlarının yaygın dininin en yüksek hayrın gerçekleştirilebilmesinin tek aracı olduğu gibi iddiaları reddetmiş olmaktadırlar. Ve gerek Bagavatgita yazarları, gerekse Ramanuya (İ.S. 1017-1137), Çaitanya (İ.S. 1485-1533) ve diğer mistikler kısır entelektüalizme karşı seslerini yükseltmişlerdir. Çağımızda Ramakrişna (1836-1886) akılla inanç arasındaki aldatıcı karşıtlığı bağdaştırmıştır. Hindu tradisyonuna göre akıl, çaba harcayan izdeşi [müridi] kaçınılabilir hatalardan ve tuzaklardan korumaktadır; iş, onun yüreğini arıtmakta, meditasyon ise zihnin tek bir noktaya odaklanmasını sağlamaktadır. Sevgi onun içinde yetkinlik iç güdüsünü uyandırmaktadır. İnanç, ona umutsuzluk anın da yüreklilik aşılamakta ve Tanrı’nın merhameti ona kurtuluşunun tacını armağan etmektedir.


Hinduizm, tümü de kurucularının öğretileriyle açıklanan Budizm, Hıristiyanlık ya da İslamiyet gibi tarihsel bir din olmadığından tüm denemelere karşın kolay ve rahat bir tanımlamaya karşı koymaktadır. Hindu kutsal yazılarının, yani Vedalar’ın hakikatleri, tarihsel kişilikler tarafından formüle edilmişlerdir. Üstelik, Hinduizm’in evrensel doğası, kavramlarının kesin olarak belirlenmesi uğruna harcanan tüm çabaları boşa çıkarmaktadır. Vedalar, nihai hakikat olarak, kişisel olmayan bir gerçeği ilan etmekte ve kişiliği olan bir tanrının varlığını (her ne kadar böylesi bir tanrının ve öteki tanrıların varoluşları noktasında açık bir kapı bırakmaktaysa da) kabul etmemektedir .

Hinduizm ilk planda Vedalar’ın öğretilerine dayanmasına karşın, ikincil olarak Antikçağ’ın, Ortaçağ’ın ve günümüzün yasa yapıcılarının, filozoflarının, kutsal kişilerinin ve peygamberlerinin dinsel ve ahlaksal öğretilerinden de doğmuş bulunmaktadır. Buna göre o, daimi olarak, yeni hakikatlerle ve yaşayan erkeklerin ve kadınların yeni deneyimleriyle zenginleşerek canlılığını sürdüren ve cansız inançlar halinde donmaktan korunarak büyüyen bir organizmadır. Fakat Hinduizm’in temeli, öğretileri insan zekasının ürünü olmayan Vedalar’dır. Bu yazılar nihai gerçeğin niteliği, yaratılış, ruh ve kaderi üzerine ebedi hakikatleri içermektedir. Bunlar duyu verileri ve onlara dayanan usavurumlarla kavranabilen hakikatler değildirler. Onlar kozmik tanrısallıklar, çeşitli gökler, ruhun ölümünden sonra değişik kalıplara girmesi ve duyuların ötesinde kalan benzeri olaylar üzerine fikir vermektedirler. Yaratılışın kendisinde olduğu gibi zamana bağlı olmayan bu hakikatler, yalnızca Hint dünyası için özel olarak yaratılmamışlardır.
Tam tersine, ahlaki bir eğitimle, en yüksek içsel denetlemeyle akla dayanan bir sağduyuyla, sarsılmaz şekilde nefse egemen olmakla ve geçici değerlere tümüyle sırt çevirmekle elde edilen ender bir öngörüyle yetenekli sezgi sahiplerince keşfedilmişlerdir. Hakikatin bu sezgi sahipleri, erkek veya kadın olsun, Rişi’ler diye adlandırılırlar ve onlar çoğu kez Kuzey Hindistan’da İndus Vadisi’nde ve Ganj kıyılarında yaşamışlardır. Onların özel yaşamı üzerine hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü eski Hindular’ın ilgisini çeken, bu kişilerin bireysellikleri değil, uğruna yaşadıkları fikirleriydi.

Hindu filozoflarına göre, bir ruhsal hakikatin geçerliliği üç etkene bağlıdır: Kutsal yazılara, akla ve kişisel deneyime. Bir aday (öğrenci) ilk önce, daha önce eğitilmiş bir öğretmenin yardımıyla geçmişteki hakikat arayıcılarının deneyimlerinin biraraya getirildiği kutsal yazıları incelemelidir. Bundan sonra da, böylece kazanılmış bilgileri inceden inceye aklının incelemesinden geçirmelidir. Sonunda, öğrendiklerinin aklına uygunluğuna ikna olduktan sonra onların üzerine derin düşünceye dalmalıdır ve onları derinliğine tartmalı, bu gerçekleri kontamplasyon’un derinliklerinde yaşamalıdır. Ne Vedalar, ne usavurum, ne de deneyim, bağımsız ve samimi bir inanç olgusu yaratabilir. Kim katı bir biçimde yazılanlara bağlanırsa, o kişi bir dogmatik olur.
Akıl tek başına hiçbir kesinlik sağlayamaz ve genellikle usavurumun ardında, algılamak istediği şeyi kanıtlayan insanın, arzuladığı düşüncesinin bulunduğu ortaya çıkmıştır. Yine kişisel yaşam, insanın kendi sevdiği fikirleri yeğlemesi yoluyla kendini aldatmaya yol açar. Fakat bu üç etken ortaklaşa aynı sonuca götürürse, mantıksal olarak gerçeğe ulaşıldığına dair bir güvenlilik duyabilir. Nasıl ki bir ülkenin herhangi bir yasası, o ülkenin yasama ve yürütme kurullarınca ve nihayet ülkenin başkanınca onaylandığında geçerlilik kazanıyorsa, burada da böyledir. Vedalar’ın inanılabilir oluşları doğaüstü varlıklara bağlı değildir ve doğrulukları bilimle ya da yeni keşiflerle sarsılabilir nitelikte de değildir. Bu inanılırlık, her beşer varlığının yapabileceği ruhsal deneyimlere dayanmaktadır.

Vedalar insanın sadece özgürlük, barış, mutluluk ya da ölümsüzlük olarak adlandırılan en yüce hedefe yönelik özlemlerini değil; burada, dünyadaki maddi hoşnutluklara olan çekilimini ve göklerdeki mutluluğu da ele almaktadır. Göklerdeki mutluluk kavramı, evrensel bir özlemi temsil eder ve Vedalar’a göre bu, tanrıların ya da beşer üstü varlıkların yardımıyla ve ayrıca sosyal yükümlülüklerin yerine getirilmesiyle gerçekleştirilebilir. Tanrıların, insanların ve beşeraltı varlıkların karşılıklı bağımlılığı kabul edilir; tek varlığın mutlu olması tüm varlıkların mutlu oluşuna bağımlıdır. Vedik çağda tanrıların, yakarak kurban etmeyle kazanılmasının yerini bugün tapınaklarda ve öteki kutsal mekânlarda yapılan kansız ayinler ve ibadet almış bulunuyor. Kurbanlar ve buna benzer tapınma yöntemleri, Vedalar’ın Karma-kanda adlı ritueller bölümünde; ruhsal özgürlüğün elde edilmesine ilişkin disiplinler ise Jnana-kanda adlı felsefi bölümde açıklanmaktadır ki, bu sonuncusuna Upanişadlar da girer.
Pracapati, İndra, Varıma, Yama ve Rudra olarak bilinen Vedik ilahlar kimlerdir? Genel anlamıyla bakıldığında, ilahlar; yağmuru, güneş ışığını, rüzgarı, suyu, ateşi, ölümü ve diğer doğa olaylarını denetledikleri için yüce bir yer tutmaktadırlar. Bunlar, görüngüsel (fenomenal) evrende Brahma’nın ya da nihai gerçeğin tezahürleridir. Bu ilahların kimileri zihnin etkinliklerini, yaşam soluğunu, insanın duyu organlarını ve nihayet Brahman tarafından canlandırılmadıkça durağan ve bilinçsiz kalacak olan dünya maddesini de denetleyebilirler. Eski Hindular uzun bir yaşama, sağlığa, çocuklara ve torunlara ve maddi refaha kavuşmak için ilahlara dua ederlerdi. İlahların, ihtiyaçlarını karşılayacak olan kurbanları kendilerine sunan insanların sosyal mutluluklarının gözeteni olduğu kabul edilirdi. Ve insanlar sosyal yükümlülüklerini savsakladıklarında ilahlar öfkelenirlerdi. Ancak, herhangi bir bencilliğe kapılmaksızın ilahlara tapman bir inançlı kişi, arınmış bir yürekle onların takdirini kazanır, böylelikle o kişiye hakikati görmesi konusunda yardım edilirdi.



Vedalar’da, insanlara, dünyasal mutluluklarına yardımcı olan bütün hayvanlara iyilikle davranmaları gerektiği yazılıdır. Böylece bir insanın dünyasal mutluluğu tanrılara, beşer kardeşlerine ve hayvanlara karşı ödevlerini yerine getirmeye bağlı olmaktadır. İnsanın diğer canlılarla uyumlu ilişkisinden kazandığı hoşnutluk, iç hoşnutluğu doğurmakta ve daha yüksek yaşamın kapısını açmaktadır. Fakat insanın giriştiği amansız rekabetten, aşağı canlılara düşmanca davranışından ve ilahlara karşı kayıtsızlığından kazandığı hoşnutluk, sonunda daima düş kırıklıklarına yol açmaktadır ve hiçbir ruhsal önem taşımaz.

Vedalar’da bu dünyadaki ve göklerdeki mutluluğun sadece kısa süreli olduğu sürekli vurgulanır çünkü bu mutluluk, geçici olanda tutsaktır, bir sonuçtur, ancak nedeni sürdüğü kadar sürebilir. Göğün sakinleri de sonunda yeryüzüne dönmek zorundadırlar ve doğumla ölüm arasındaki, görünürde sonsuz olan dolaşımlarını uzay-zaman ve nedenselliğin egemen olduğu bir evrende sürdürmek zorundadırlar. Kim ki bu evrene bağlı kalırsa ve mutluluğunu onun içinde ararsa; Upanişadlar’da da açıklandığı gibi, sadece kendini ya da Brahman’ı bilmesiyle mümkün olan özgürlüşmeyi elde edemez.
Hinduizm’in klasik çağ sonrası yazıları, Vedalar’ın felsefi hakikatlerinin genel ve anlaşılır açıklamasını içeren Smritisler ve Puranalar’dır. Bu ikincil yazılar, Upanişadlar’da açıklanan Vedalar’ın asıl felsefesiyle çelişmemek durumundadır. Onlar bu hakikatlerin topluma, bireysel yaşama ve çağın değişen koşullarına nasıl uyarlanabileceklerini göstermek zorundadırlar.

Hinduizm’in belirgin bir özelliği de ebedi hakikatlere tümüyle bağlı kalmasına karşın, değişen koşullara uyum sağlamak adına yeni dogmalara ve rituellere gerek duymasıdır. Bir Ortaçağ dogması, modern dünyayı tatmin edemez.
Hinduizm karmaşık bir dindir; bu, insanın doğasının içinde bulunan bir karmaşıklıktır. İnsanlar doğuştan farklı niteliklere, zevklere ve eğilimlere sahiptirler. Bir kısmı Tanrı’yla tam bir özdeşleşmeye özlem duyar. Bir kısmı da kendi ayrı kimliklerini korumak ister. Kimileri entelektüel, kimileri kendi hakkında derin düşünmeye eğilimli, bazıları kendini bir şeye adamaya eğilimli ve daha başkaları da eylemci yaratılışlıdır.

Böylelikle disiplinler de çeşitlilik gösterir. Dahası, kimileri kişisel olmayan bir ruhsallık idealinin arayışı içerisindedir. Oysa kimileri de somut bir tanrıya tapınmayı yeğler; onun kişisel bir tanrı olmasına, kilden yada taştan yapılmış olmasına bakmaksızın… Bunun dışında, insanlar Tanrı’nın çeşitli niteliklerini vurgularlar: Adalet, güç, güzellik, yasa, aşk ya da barış. Ancak, bu nitelikler birbiriyle çelişmez, tam tersine, bir mozaiğin rengarenk taşları ya da bir halının farklı örgüleri gibi birbirlerini bütünler. Hinduizm bu farkları, ana ilkesi çokluk içinde birlik olan tek, kapsamlı bir dinsel-felsefi sistem haline getirmiştir. Birçok dinin bir sentezi olan Hinduizm, dinsel düşünüşlü insanlara dayanılmaz bir çekicilikte görünmektedir.
Vedalar’a göre, nihai gerçeklik; her şeye nüfuz eden, yaratılmamış, kendiliğinden aydınlanan bir ebedi ruhtur; evrenin nihai nedeni, tüm somut kuvvetlerin ardındaki güç, tüm bilinçli varlıkları canlı kılan şuurdur. Bu, Hinduizm’in ana felsefi düşüncesidir ve bu din, bu ruhun üzerine derin düşünceye dalmaktan ve tapman kişinin zihnine erdemlik ve adalet yolunda rehberlik etmekten ibarettir.

Felsefi olarak incelendiğinde Hinduizm düalist değildir. Dinsel açıdan bakıldığında ise tektanrıcıdır (monoteist). Hindu felsefesi Tanrı’nın, ruhun ve evrenin esası bakımından düal (ikili) olmadığını kabul eder ve görünürdeki bütün ayrımları, nihai gerçeklik açısından bakıldığında var olmayan adlar ve biçimler olarak kabul eder. Hindu dini çoğu popüler ilahı bünyesinde barındırdığı halde bunları yine de tek Tanrı’nın tezahürleri olarak kabul eder. Bu ilahlarla O, kendisine inananların arzularını yerine getirir. Brahma, Vişnu ve Şiva’dan oluşan Hindu üçlemesi inancı yaratılış, koruyuş ve yok ediş sürecini denetleyen Tanrısallığın üçlü görünümünü temsil eder. Bunlardan her biri, diğer ikisi olmadan tam değildir ve yanıltıcıdır. Tanrı, kesintisiz bir yaratış ve yok ediş süreciyle evrenin sürekliliği sağlar, onu korur. Hindu tektanrıcılığı başka inanç sistemlerinin çeşitli ilahlarım reddetmez, tam tersi ne, bunları Tanrı’nın tezahürleri olarak kendi sisteminin içine katar.

Hinduizm’e göre din, deneyimdir ve yalnızca eskiden beri saygı duyulan dogmaların ve inanç kurallarının benimsenmesi değildir.
Tanrı’yı bilmek, Tanrı gibi olmaktır. Bir insan kutsal kitaplardan alıntılar yapabilir, ritüelleri yerine getirebilir, toplumsal hizmetlerde bulunabilir ya da düzenli dua edebilir ama o, ilahi ruhu yüreğinde gerçekleştirmediği sürece, karşıt çiftlerin bir kurbanı olarak görüngüsel bir varlık olarak kalacaktır. Bir insan, Tanrı’yı, “avucunun içindeki bir meyve” gibi deneyimleyebilir. Bu, şu anlama gelir: İnsan aşağı doğasını sindirebilirse yüksek doğasını ortaya çıkarır ve mükemmelliğe ulaşır. Tanrı’yı deneyimleyerek, insanın kuşkuları kaybolur ve “yüreğin düğümleri ayrı ayrı çözülür”. İnsan, kendini yüreğinin hırslarından kurtarmakla, bedeninde bir ölümlüyken bir ölümsüz olur. Her erdemli Hindu’nun inancı, ölümsüzlüğün kazanılmasının birkaç seçilmişe özgü bir ayrıcalık olmadığıdır; bunun tüm insanların, doğumlarıyla birlikte getirdiği bir hak olduğudur.

Hinduizm’in dört ana ilkesi şunlardır: Tanrısallığın ikili olmayışı, ruhun tanrısallığı, varoluşun birliği, dinlerin uyumu. Erdemli bir Hindu’nun inancı bu dört ilke üzerine dayanmaktadır. Bu inancın kuralları bu kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.

Hindistan’ın içinde ve dışında çok yaygın olan bir görüşün tersine, Hinduizm zengin ve amacına ulaşmış bir dünyasal hayatı asla olmamamıştır ya da yoksulluğu bir erdem olarak övmemiştir – burada özel bir istisna olarak-gönüllü olarak, yoksulluk yemini edip dilenen rahipler belirtilebilir. Dharma ya da doğruluk, hem mantığa uygun maddi sevinçlerin tadılmasına hem de en yüce iyinin gerçekleştirilmesine uygun olarak, insanların farklı gelişim evrelerine yararlı olan yasa diye anılır. Upanişadlar insanları, yüzyıl boyunca mutlu yaşamak için kendilerini açgözlülükten ve sahiplenmekten kurtarmaya özendirir.

Grekler”den bugünün Avrupalılarına kadar yabancı işgalcileri Hindistan’a çeken olgu, Hindistan’ın efsanevi zenginliği olmuştur. Din asla Hindistan’ın yoksulluğunun nedeni olmamıştır. Ülkenin genel olarak geri kalmışlığı büyük ölçüde insanlarının dinsel ödevlerini yerine getirmedeki kayıtsızlıklarından ortaya çıkmıştır. İdeal bir toplumda erkeklerin çoğu, aileler kurmalı ve dünyada rahip ve filozof, kral ve savaşçı, tüccar ve çiftçi, zanaatkar ve işçi niteliğiyle yeteneklerine uygun bir biçimde etkinliklerde bulunmalıdır. Yalnızca bir azınlık, bir rahip yaşamı sürmeli ve ruhun üstünlüğünü kanıtlamak için dış ve iç terklerde bulunmalıdır.
İnsan Hindistan’da manastır giysileriyle öylesine başı boş dolaşan çok sayıda kişi görebilir. Bunların çoğu dilenci değildir. Bu kişiler türlü nedenlerde manastır yaşamına çekilmişlerdir. Vedanta’nın felsefi bakımdan düalist olmayan yorumuna göre, düalist olmayan Brahman bilgisi, şu üç etkeni gerekli kılan ödevlerin yerine getirilmesiyle bağdaştırılmaz: Eylemci, eylemin aracı ve sonuç. Bu nedenle insanlar genellikle dünyasal görevlerinden vazgeçmekle kendilerini en yüksek bilgiye götürecek rahat bir yol bulabileceklerine inanmışlardır.

Böylece maya [yanılsama] öğretisinin olumsuz bir yorumu, dünyanın gerçek dışı olduğuna ilişkin yanlış görüşün ortaya çıkmasının başlıca sorumlusu olmuştur. Buda, Nirvana’nın sadece dünyadan el çeken rahipler tarafından el­de edilebileceğini açıkça belirtmişti. Ama daha sonra Buda’nın izdeşleri, hiçbir ayrım gözetmeksizin insanları rahip yaşamı sürmeye yönelttiler. Hinduizm’in ruhuna işleyen terk etme olgusuna dayanan, rahiplik, bütün dinsel zihinli Hindular üzerine dayanılmaz bir etkide bulunmaktadır.
Yaşamını kolaylıkla kazanamayan birisi, rahip giysileri giydiği takdirde, içinde bir biçimde Tanrı korkusu olanlar sayesinde her zaman bir lokma yiyecek ya da konuksever bir ev sahibi bulabilmektedir. Bundan başka çoğu Hindu, ülkede uzun bir zaman egemenliğini sürdüren yabancılardan ötürü umutsuzluğa kapılarak yaşamın taleplerinden kaçınmaya çalışmış ve dünyadan vazgeçerek yoksul ve çilekeş biçimde yaşamayı bir kült’e dönüştürmüştür. Tüm bunlar, Hint toplumunda çok sayıdaki rahibin varlığının nedenini yeterince açıklamaktadır.
Kuşkusuz ki, gerçekten dünyadan el çekerek Hinduizm’in en yüksek ideallerini canlı tutmuş olan birçok gerçek rahip vardır. Yakın zamanlarda Swami Vivekananda, terk etme idealini insanlığa hizmet idealiyle birleştirerek ve rahipleri kitlelerin sağlığı için etkinlikte bulunma konusunda uyararak, rahiplik yaşamına yeni bir yön vermiştir. Vivekananda’nın önerisine uyan çoğu rahip kendi başına ve birçok manastır da halkın yaşam koşullarını düzeltmek için sistemli ve eğitici bir uğraş içine girmişlerdir.

Yine de Hinduizm’in asıl sesi, insanları doğruluk yolundan ayrılmadan dünyasal nimetleri tatmaya yüreklendirmiştir. Bir Hindu atasözü şöyle der: “Talih, ticaret ve zanaattedir; bunun yarısı ziraatte ve diğer yarısı hükümet hizmetindedir; fakat talih tanrıçası bir dilencinin önünden aceleyle kaçar.” Vedalar’da ve Puranalar’da açıklanan yaşam sevinçli, zevkleri kabullenen, iyimser ve yaratıcı bir yaşamdır. Bugün Hindistan’ın din ve toplum yaşamında ortaya koyduğu tablo gerçek Hint kültürü için gerçek bir ölçüttür.

Din, Hindistan’ın hep belkemiği olmuştur. Ulusal felaket günlerinde Hint toplumunu tamamen yok olmaktan yalnızca din korumuştur. Politik çöküş zamanlarında kutsal kişiler ve mistikler, ülke insanlarını kendilerini sağlam bilgi sevgisine ve Tanrı’ya tapınmaya adamaları için uyandırdılar. Hindistan onların bu uyarısını dinledi ve yok olmaktan kurtuldu. Hint toplumu, dünya tarihinde, ruhu acımasız fatihler tarafından ne zorla ne de ikna yoluyla tahrip edilememiş olan olasılıkla biricik örnektir. Oysa ki çok daha genç uluslar bir kayanyıldız gibi güce ve üne ulaşmışlar ama sonra yitip gitmişlerdir.
Sonraki bölümlerde Hinduizm’in çeşitli boyutları ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Hinduizm’in genişliği, Brahman kavramıyla ya da mutlak gerçeklik kavramıyla ölçülür. Öyle ki, bu iki kavram evrene rehberlik eden ve Güneş’i, Ay’ı, yörüngelerinde devinen yıldızları kontrol eden ahlaki ve ruhsal yasaların temelini oluşturur. Hinduizm’in sonsuz derinliğine; en ince olandan daha ince, en büyük olandan daha büyük olan ve bedenin etkinliklerini, duyu organlarını ve zihni denetleyen ruh kavramını içerir. Hinduizm’in genişliği, tüm dinsel ve felsefi düşünce sistemlerine, açık ve yansız tutumunda ve ondan ayrılanlara saygı göstermesinde ortaya çıkar. Canlı ve cansız olanın, Tanrı’nın, ruhların ve evrenin her şeyi kapsayan birliğinin kabul edilmesiyle Hinduizm’in dördüncü boyutu keşfedilebilir.

( Hinduizm – Swami Nikhilananda )