Yazdığı kitaplarla dikkat çeken Araştırmacı Yazar Ahmet Akgül de dört kitaba göre Uzay ve Uzaylılar konusunda bir yazı yazmıştı. Ahmet Akgül konuyu şöyle yorumluyor:
Bu nedenle bir araştırmacı yazar sorumluluğuyla, insanımıza yeni ufuklar açmaya, akli ve nakli temellere dayanarak “Uzaylılar ve Ufolar” olgusuna ve müjdelenen Büyük İslâm Medeniyeti konusuna yeni boyutlar kazandırmaya çalışacağız.
“Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğunu görsünler! Halbuki onlar (her çeşit) kuvvet bakımından olsun ve yeryüzündeki (teknik ve uygarlık) eserleri bakımından olsun, bunlardan daha üstün idiler.” (Gafir; 21)
“Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri helak ettik ki, onlara size vermediğimiz imkân ve kudretleri vermiş ve onları yeryüzüne yerleştirmiştik.” (En’am; 6)
Mealindeki Âyetler, bugünkü medeniyetten çok daha güçlü ve gelişmiş medeniyetlerin, on binlerce yıl önceleri yeryüzünde yaşadığını ve bunların bıraktıkları tarihi eserlerden de anlaşılacağını açıkça haber vermektedir.
Ve işte Mısır piramitleri bunlara çarpıcı bir örnektir. Charles Piazzi Smith, 1864′te yayınladığı (Büyük Piramitteki Mirasımız) adlı kitabında, çok ilginç ve önemli bilgiler vermektedir.
Piramitler üzerinde yıllarca araştırma yapan bu uzman yazar:
– Piramidin yüksekliğinin 1 milyarla çarpımının, Güneş’le Dünya arasındaki uzaklığa denk düştüğünü,
– Piramidin taban çevresinin, yüksekliğinin, karaları ve denizleri tam iki eşit parçaya böldüğünü,
– Piramidin taban çevresinin, yüksekliğinin iki katına bölümünün “Pi” sayısı olan 3,14′ü gösterdiğini,
– Piramitte, dünya ağırlığını gösteren hesaplar bulunduğunu,
– Piramidin, çöl ortamında az rastlanan çok özenle belirlenmiş kayalık bir zemin üzerine kurulduğunu,
– 2 Milyon 600 bin dev blok taşın, ocaklardan böylesine düzgün kesilmesinin, nakledilmesinin ve hele santimetrenin binde biri gibi yakınlıkla birleştirilip yerleştirilmesinin, bugünkü teknolojiyle bile mümkün olmadığını söylemektedir.
Bütün bunların tesadüfle izah edilmesi ve yine insan gücüyle yapıldığının iddia edilmesi, asla inandırıcı olmayacaktır.
Ve yine Güney Amerika kıtasında, Bolivya’daki Taahianka’da öylesine dev saraylar, sütunlar, surlar ve tapınaklar yapılmıştır ki, bunların bir kısmı yekpare taştan çıkarılmıştır. Hatta bu tek parça granit taştan oyulan bir kapı ve pencere boşluğu, 200 ton ağırlığındadır.
Yine bu antik şehirde bulunan Venüs yılına ait bir takvim taşı 225 günü ve Güneş yılına ait bir takvim 365,2422 günü göstermektedir ki tahminen 170 bin yıl kadar önceki bu hassas hesaplar, bugünkü en son bilgisayar teknolojisi sonuçlarıyla aynıdır.
Elbette bütün bunlar, Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği gibi, geçmişte çok güçlü ve gelişmiş uygarlıkların yaşadığının ispatıdır.
Bu noktada kafaları kurcalayan asıl soru şudur:
Eski çağlarda bugünkünden daha ileri bir sanayi ve teknolojiden bahsedemeyeceğimize göre, acaba bu dev uygarlıklar, Uzay’dan gelen bazı varlıkların veya yeryüzündeki cinler gibi insan dışı canlıların başarıları mıdır? Yoksa çok yüksek manevi makamlara ve ruhi sırlara vakıf olan ve Uzay’la iletişim kuran bazı zatların öğretileri sonuçlan mıdır?
Bu arada piramitteki gizli odalardan yola çıkarak ulaşılan bilgiler 2000 yılında son bulmaktadır. Acaba bu veriler, yozlaşmış Yahudi ve Hıristiyan kültürünün temelini oluşturduğu Batı medeniyetinin sonu anlamında mıdır?
5 Mayıs 1998 tarihli Sabah Gazetesinde yer alan; “Tarihler 5 Mayıs 2000′i gösterdiğinde Dünya, Güneş, Ay ve 5 gezegen her biri kendi yörüngesinde aynı hizaya gelecekler. Firavunlardan beri bu durum ilk defa gerçekleşecek. Ve bu olay gök cisimlerinin çekim güçlerinin birleşmesiyle, dünyada büyük felaketleri
ve değişimleri netice verecek” şeklindeki İngiliz bilim adamı Julian Salt’a dayandırılan bir haber, aynı zamanda Kitab-ı Mukaddes’in (Tevrat ve İncil’in) Hz. İsa’nın yeryüzüne inişi, kıyamet haberleri ve dünyanın geleceği ile ilgili gizli bilgileri içeren Apokaliptik Âyetlerden mi kaynaklanmaktadır?
Şeytanların serbest kalacağını, Kudüs merkezli korkunç savaşların yaşanacağını ve büyük kıyametin 2000 yılında kopacağını ifade eden kilise kaynaklı kehanet ve beklentiler, acaba dikkatleri Batı medeniyetinin ve Siyonist hâkimiyetinin yıkılış tarihine mi toplanmaktadır?
Ve yine uçan daire UFO’lar ve Uzay’dan gelen garip yaratıklarla ilgili ilginç iddiaların giderek yoğunlaşması, sadece bir rastlantı mıdır? Türkiye dahil dünyanın çok farklı yörelerinden, bu konuda hep biri birine benzeyen ve destekleyen yüzlerce ifade ve itirafların, tamamen yalan ve hayal olduğunun söylemek mantıklı mıdır?
ABD’nin 52. Bölge diye bilinen çok gizli ve geniş Hava üssünde 2 yıl sistem mühendisi olarak alışan Robert Lazar adlı kişinin, Uzaylılara ait 9 aracın ele geçirilip bu üste saklandığını ve incelenmeye alındığını, 18 m. çapında 4,5 m. yüksekliğindeki bu araçların metalik olmasına rağmen kaynak yerlerinin belli olmadığını ve bu araçların her bakımdan dünyanın bilim ve teknoloji düzeyinden çok ileri olduğunun anlaşıldığını, 1-1,5 m. boylarında 15-30 kg. ağırlığında küçük gövdeli, büyük başlı, her yanı gören iri gözlü ve saçsız insanlarla karşılaştığını… Uzaylıların bu araçları bizim bilmediğimiz 115. Elementten üretilen çok özel bir yakıtla çalıştırdıklarını… Bu 115. Elementin ise yine 116. Element sayesinde çok yüksek bir enerjiye dönüştürülüp fizik ötesi (anti madde) bir alan açtıklarını ve ışık hızını aşarak, Uzay’da gezegenler arası binlerce yılık yollan çok kısa zamanda aldıklarını söylemiştir.
1 Nisan 2004. CNN Türk 12:00 haberlerinde verildiği üzere Adana vali yardımcısının bir önceki akşam evinin balkonundan 50 dakika boyunca özel kamerasıyla çektiği, üzerinde ışık saçan anten gibi düzgün çıkıntıların bulunduğu yuvarlak ve parlak cismin de UFO olduğu konusunda kesin bir kanaat oluşmuş durumdadır.
Acaba çağımızın en büyük âlimlerinden Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin “Hakikat katiyyen iktiza eder ve hikmet yakinen ister ki, zemin gibi semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve şuur sahibi sekeneleri olsun ve bu sekeneler, o semavata münasip bulunsun. Şeriat lisanında, pek çok muhtelif-ül-cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir.” (29. Söz. Mukaddimesi)
Yani “İlahi Kudret gerçeği mutlaka gerektirir ve yaratılış hikmeti kesinlikle ister ki, yeryüzü gibi Uzay’ın da hem bilinçli sakinleri (orada devamlı kalan şuurlu varlıkları) bulunsun. Ve bu varlıklar, bulundukları yıldızlara uygun bir yaratılışta olsun. İslâm ve Kur’an literatüründe çok çeşitli cins ve şekilleri bulunan bu tür yaratıklara genel olarak melekler ve ruhaniler diye isim verilir.”
O Uzay ki, içinde Samanyolu gibi milyarlarca galaksi. Her galakside güneş sistemi gibi milyarlarca yıldız ve gezegen bulunmaktadır. Bazı yıldızların ışığı dünyaya milyarlarca senede ulaşmaktadır. Dev bir teleskopla o yıldızlara baktığımızda, biz onun milyarlarca yıl önceki halini görebiliyoruz. Ve insanın kimyası ile Evrenin kimyası aynıdır.
Evet, nasıl ki, “yeryüzündeki varlıklar” denilince, madenler bitkiler hayvanlar ve insanlar gibi çok çeşitli yaratılış ve yetenekteki milyonlarca farklı yaratık anlaşılır. Bunun gibi, gökyüzündeki melekler ve ruhanilerin de milyonlarca farklı özellik ve ödevleri ve çok çeşitli biçim ve becerileri vardır.
Cenab-ı Hak, imtihan hikmeti gereği bazı varlıklara Rahmani, bazılarına da şeytani karakter ve kabiliyetler vermiş ve bunlar arasında bir yarışma ve çarpışma ortamına fırsat tanımıştır.
Örneğin Masonik ve Moon tarikatı gibi bazı şer odaklarının şeytani güçlerle ve yine bazı hayır, hizmet ve hikmet ehlinin de Rahmani güçlerle ilişki ve işbirliği kurabildikleri anlaşılmaktadır.
Yine, Bediüzzaman’ın: “Şu muhteşem burçlar sahibi, müzeyyen kasırlar (süslü saraylar) hükmünde olan semavat dahi, zişuur ve zevil idrak (şuur ve idrak ehli) mahlûklarla doludur” (Risale-i Nur: 15. Söz) diye ifade buyurduğu, akıllı ve yıldızlara uygun yaratılışlı varlıklar içerisinde, acaba UFO’larla dünyaya geldikleri söylenen Uzaylılara da işaret etmekte midir?
Marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Cenab-ı Hak, Utarid yıldızını semanın kâtibi yapmıştır.”
“Zühre yıldızının tabiatı serin, nemli ve ılımlı olup, bu yıldızın vasıfları yumuşak, sevimli, ince, zarif, neşeli, oynak, sevecen ve güzel huylu bulunmuştur. Bu yıldızın şanına düşen varlıkların, aynı vasıfları taşıdıkları görülmüştür.”
“Zühal yıldızına, ahmak, bilgisiz, korkak, cimri, kıskanç, yalancı, tembel, hain ve zarar verici sıfatlan takılmıştır. Bu yıldız ana rahmine düşenlere şans olursa, onun vasıflan, Allah’ın izniyle, bu çocuklara da geçtiği tecrübelerle sabit olmuştur.
Aktardığımız örneklerde olduğu gibi, gezegen ve yıldızların farklı tabiat ve tesirlerini ve bunların insanların karakter ve kabiliyetleri üzerindeki etkilerini haber vermekle, acaba Uzay’la – Dünya ilişkilerine dikkatleri mi çekmek istemiştir?
Bediüzzaman’ın: “Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare, yıldızlar seyeratından tut, ta yağmur kataratına kadar, bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler bu seyyarelere izn-i ilahi ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler” (29. Söz. Mukaddimesi)
Yani “Bazı madensel taşıma araç çeşitleri, bir kısım gök ehlinin Uzay gemisi ve bineğidir ki, Allah’ın izniyle bunlara binerek dünyayı ve görünen âlemleri gözetleyip gezerler. Gezegen yıldızlardan, yağmur damlalarına kadar çeşitli varlıklar da yine meleklerin binekleridirler.
“Balık suda, böcek toprakta yaşadığı gibi yıldızların ateşinde bile (O ortama uygun) varlıklar bulunur.” (29. Söz)
“Elbette, cesed-i misali giyen ve manevi hafiflik ve letafete erişen bir kısım ehî-i dünya (enbiya ve evliya) Uzay’a gidebildikleri gibi, cesed-i zahiri giyen bazı gök ehli de dünyaya gelebilirler ve gelmektedirler.”
“Hz. Peygamberin Ashabıyla birlikte küffara karşı savaşmak üzere melekler gönderen ilahi hikmet ve kudret gerektirir ki, melaikelerle şeytanlar arasında bir muharebe ve Dünyanın şerli mahlûklarıyla Uzay’ın hayırlı varlıkları arasında bir mübareze (çekişme ve dövüşme) olsun.” (15. Söz. 4. Basamak)
“Madem Uzay’dan yere inip çıkmak oluyor. Elbette bazı kötü ruhlar, cinler ve şeytanlar da Uzay ülkelerine gitmeğe yeltenecekler. Ancak kalelerden düşmana atılan mancınık taşlarına ve işaret fişeklerine (izli top mermilerine) benzeyen ve yıldız kayması denilen engellerle defedilecektir” (15. Söz. 5. Basamak)
Şeklindeki Bediüzzaman’ın bildirdikleri ve
“Doğrusu biz (cinler) Uzay’ı yokladık ta, onu sert ve güçlü bekçiler ve alevli gök taşlarıyla doldurulmuş bulduk… Halbuki (daha önce) haber dinlemek (ve gizli bilgiler edinmek) için gökyüzünün bazı yerlerine çıkıp otururduk.
Fakat şimdi kim (böyle gizli haber ve bilgi) dinlemeğe kalkışırsa, (hemen) kendisini gözetleyen bir ateş topuyla karşılaşıyor.
Doğrusu, bilmiyoruz (böyle yapmakla) yeryüzündekilerine kötülük mü murat edildi, yoksa onlar için bir iyilik mi istendi? (Cin: 8-9-10)
Âyetleri, acaba Uzaylıların UFO’larla yeryüzüne ziyaretlerinin ve bazı insanların Rahman sûresi, 33. Ayette bildirilen “üstün bir teknolojik güçle” gezegenlere gitmelerinin ve yine şeytan ve cin tabakasının ve şeytanlarla irtibatı olan bazı kötü ruhlu insanların bir kısım bilimsel sırları çalmak üzere semavat ‘la münasebet peyda etmelerini mümkün olduğunu mu haber vermektedir? Şimdilik sadece kurgu filmlerde seyrettiğimiz Uzay savaşları, yoksa gerçekleşecek midir?
Göklerin, yerin ve ikisi içinde “Dabbe”den (üretip) yaydığı şeylerin yaratılışı O’nun Âyetlerindendir. O, dileyeceği zaman, onları (yer ve gök mahlûklarını bir araya) toplayıp buluşturmaya da hakkıyla gücü yetendir” (Şura sûresi, 29)
Ayetiyle ilgili meşhur Müfessir Fahruddin-i Razi şöyle der:
“Bu Âyetin zahirine göre Cenab-ı Hakkın yerde yürüyen insanlar gibi göklerde de yürüyen canlı mahlûkları vardır.”
İbni Abbas (r.a.)’m talebesi Müfessir Mücahit ise;
“Bu Âyete göre göklerde de akıllı ve canlı varlıklar vardır. Çünkü Âyetteki “dabbe” insan, melek ve diğer canlılara şamildir.”
Allame Şeyh Esirud-Din Ebu Hayan ise:
“İnsanların yerde yürüyüşü gibi, göklerde de ayaklan üzerinde yürüyen canlılar vardır.”
İmam Zemahşeri ise;
“Cenab-ı Hak yerde yürüyen insanlar misali göklerde de ayaklan üzerinde yürüyen canlılar yaratmıştır.”
İmam Ebul Fida İbni Kesir ise;
“Bu Âyeti celilede geçen “dabbe” kelimesi şekilleri, renkleri, dilleri, cinsler, değişik olan insan, melek ve cinlere ve diğer bilmediğimiz mahlûkata şamildir. Cenabı Hak onları yerlere ve göklere dağıtmıştır. Dilediği zaman da bir araya toplayıp buluşturmaya kadirdir.”
Ebu-Suud Efendi ise;
“Cenab-ı Hakkın yerde yürüyen insanlar gibi göklerde de yürüyen mahlûklar yaratmış olması caizdir.”
Şeklinde görüş beyan etmişlerdir. Müslimi, Tirmizi ve Ebu Davud’da zikredilen bir hadisi şerifte geçen, “Ye’cüc ve Me’cüc”ün, “Gerçekten yeryüzündeki insanları öldürdük, haydi göktekileri de öldürelim.” diyecekleri, (füzeler şeklinde) gökyüzüne gönderdikleri okların kana bulanmış olan geri dönecekleri” şeklinde ki rivayetler de, ahir zamanda gökyüzündekilerle yeryüzündekiler arasında savaş ve benzeri ilişkiler yaşanacağına işaret etmektedir.”
Bu konuda Tevrat’ın Hezekiel Bölümü 1. Bab’ında anlatılanlar, hayret vericidir:
“Ve baktım ve işte, şimalden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında, sanki ateş ortasında ışıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı mahluk benzeri çıktı. Ve onların görünüşü şöyle idi: onlarda insan benzeyişi vardı ve her birinin dört yüzü vardı.
Onların görünüşü yanan ateş közleri gibi, meşalelerin görünüşü gibi idi; canlı mahlukların arasında o ateş inip çıkıyordu ve ateş parlaktı ve ateşten şimşek çıkıyordu. Ve canlı mahluklar şimşek çakışı görünüşü gibi koşup geri geliyorlardı.
Onların dört yüzü için, yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünüşü gök zümrüt gibi idi ve dördünün benzeyişi birdi ve görünüşleri ve yapıları, sanki tekerlek içinde tekerlek. Yürüdükleri zaman dört yanlarına gidiyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek çemberleri ise yüksekti ve korkunçtu ve dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idi. ve canlı mahluklar yürüdükçe tekerlekler onların yanında yürüyorlardı ve canlı mahluklar yerden yükseldikçe tekerlekler yükseliyorlardı. Ruh nereye gitmek istedi ise oraya, ruhun gitmek istediği yere gidiyorlardı ve tekerlekler onların yanında yükseliyordu; çünkü canlı mahlukun ruhu tekerleklerde idi” denilmektedir.”
İlk olarak Atatürk’ün dilimize kazandırdığı ve şu anda Anıtkabir Kitaplığı’nda bulunan “Mu” uygarlığı ile ilgili belgelerden ve yine Meksika Müzesi’nde saklanan tarihî tabletlerden anlaşılan şudur ki: Dünya üzerinde bir zamanlar son derece ileri seviyedeki uygarlıklar yaşamıştır ve bu uygarlıklar Uzaylılarla yakın temas içerisinde bulunmuşlardır.
Ünlü araştırmacı Peter Colosimo, “Timeles Earth” Türkçesi ile “Zamansız Dünya” kitabında çok eski Hint kayıtlarında şunların yazıldığını anlatır:
“Ulaşılmaz yüksekliklerden (aşağıya doğru) hızla inerken çıkardığı gök gürültüsü gibi sesleri ve göz kamaştıran alevleriyle… Parlak yıldızdan gelen ateşin oğullarının arabaları göründü ve Gobi denizine indi.”
“Sirius” diye, Bizim güneş sistemimiz gibi, daha birçok güneş sisteminin içerisinde yaşayan çeşitli varlıkları eğiten ve yönlendiren bir sistem olarak fonksiyon gören varlıkların bulunduğu, “kozmik bir mekanizma’dan” bahsedilmektedir ki
“O ışığı ile karanlığı delen yıldızdır. Üzerinde gözetici olmayan kimse yoktur. (Tarik, 3-4)
Âyetlerinin bir Sirius yıldızına işaret ettiğini haber verdiğini söyleyen araştırmacılar vardır.”
Acaba “Arş” diye tarif edilen, ilahi hükümranlık makamının, ve yine “Kursiy” diye belirtilen melekut âlemi ve ruhsal mekanizmanın hemen altında olduğu bildirilen “Kalem” tabakası, yukarılarda takdir ve tayin edilen Rabbani projeleri taksim ve tanzimle görevli manevi memurların, kutsal hizmet mekanları mıdır? Bû konuda Muhyiddin-i Arabi’nin, “Fütuhat-ı Mekkiye”sinde ve Abdülkerim Ceyli’nin “İnsan-ı Kamil” adlı eserinde bu anlama yakın geniş bilgi ve şekiller vardır.
Ve bütün bunların, ilahi yönetim ve denetim altında bulunduğu unutulmamalıdır. Tevrat’ın İbranice aslından ve Tekvin bölümünden çıkarılanDünyadışı (Uzay’a ait unsurlardan yaratılan ve “Ahsen-i takvim’e” uygun bulunan “Galaktik insan”) . Balçıktan ve “yer tozun”dan (yani dünyaya ait unsurlardan) yaratılan ve Esfeles safiline/en aşağı tabaka olan yeryüzüne uygun bulunan “yeryüzü insanı” sınıflandırması oldukça ilginçtir.
Ahsen-i takvimde yaratılan insanlığın giderek Esfelis sariline ineceği, yani yüksek tabaka ve teknolojilerden aşağı derece ve dönemlere düşeceği, ancak bu düşüşün 2000′de son bulup, insanlığın yeniden yükselişe geçeceği yolundaki bilgi ve beklentiler, Peygamberimizin müjdelerine de uygun olmaktadır.”
Ve yine “Müsbet Maneviyat Etütlüre” sahibi M. Sadettin Evrin, Araf: 10. Âyetini delil gösterip, insan neslinin Hz. Adem’den çok önce başladığını söylemekte ve Muhyiddini Arabi’den şunu nakletmektedir.
” Rüyamda tanımadığım ve hayran kaldığım bazı insanlarla Beytullahı tavaf ederken, içlerinden birisi bana yaklaşıp “Ben senin atalarındanım” dedi ve 40 bin sene önce öldüğünü söyledi. Ben, Hz. Ademden beri bu kadar geçmediğini hatırlatınca, bana “Hangi Adem’den soruyorsun..
Yakın olandan mı, uzak olandan mı?” cevabını verdi. Ve Ben o anda Resullallah’ın (s.a.v.): “Bilinen Adem’den evvel Cenab-ı Hak, yüz bin Adem yaratmıştır” hadisini hatırladım, (s. 209)
Ve yine bu büyük araştırmacı-âlim:
1- Melek-insan,
2- Cin-insan gibi, beşeriyetin farklı dönem ve cinslerinden söz etmekte ve Hz. Adem’in oğulları Habil’in melek-insanlardan, Kabil’in ise cin-insanlardan etkilendiğini söylemektedir, (s. 211)
Alman Filozofu Nitzsche ise, “Bugünkü insanın maymuna göre üstünlüğü ne ise, gelecekteki yüksek insanın da bize göre üstünlüğü o derecededir” demektedir.
Ve yine;
Cinlerin, insanların ve kuşların kendisine boyun eğdiği (Nemi; 70)
rüzgârların, bina ustası ve dalgıç şeytanların hizmetine verildiği (Sed; 36-39), katran ve maden kaynaklarından istediği gibi istifade ettiği (Sebe; 12)
Hz. Süleyman döneminde cinlerden bir ifritin, Saba melikesi Belkıs’ın sarayını, henüz yerinden kalkmadan getirebileceğini, bunun üzerine “Yanında kitaptan bir ilim bulunan” bir zatın ise “Henüz gözünü açıp kapamadan, önce getirebileceğini” söylemeleri ve getirmeleri (Nemi; 38-43)
ile ilgili Âyetleri, 2000 ve sonrasında zuhur edecek” büyük İslâm Medeniyeti’nde, bugün televizyonlarla ses ve görüntü naklinin mümkün olduğu gibi, insanların ve eşyaların da aynen ve hemen nakledilmesinin mümkün olacağına bir işarettir.
Mehdiyet medeniyetinin mimarı olan büyük şahsiyetin de Hz. Süleyman misali emrinde cinleri, yer ve gök ehli ruhanileri kullanabileceği rivayet edilmektedir.
Hz. Süleyman’ın cinlere hükmedebilmesi, onların sıfatına ve şartlarına girebildiğini, yani onların boyutuna geçebildiğim de göstermektedir.
Kur’an’da haber verilen ve Hz. Süleyman’a büyük benzerlikler gösteren Zülkarneyn aleyhisselamın durumu da böyledir.
“(Biz Zülkarneyn’e) Her şeyden bir sebep verdik” (Kehf; 84)
“(Süleyman (a.s.) “Bize her şeyden bir nasip verildi” (Nemi; 16)
Âyetleri her ikisine de aynı cins nimet ve faziletlerin verildiğini;
“Ey Zülkarneyn: ya azab edersin veya kendilerine güzel davranırsın!”
(Kehf; 86)
“(Ey Süleyman) Artık dilediğine ver, dilediğine verme…” (Sad; 39)
Âyetleri, ikisine de aynı yetkilerin verildiğini;
“Zülkarneyn: Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkânlar, sizin verdiğinizden daha hayırlıdır” (Kehf 95)
“(Hz. Süleyman) Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden da­ha iyidir” dedi, (Neml; 36)
Âyetleri ikisinin de, halkın yardım teklifine aynı tepkiyi gösterdiğini bildirmektedir.
İşte bunlar gibi Zülkarneyn’i (a.s.) Hz. Süleyman’a benzeyen diğer bir yönü de “iki zamanlı ve iki boyutlu” olmasıdır.
Çünkü kitaplarda, Tacındaki çıkıntılar yüzünden ona “iki boynuzlu” anlamına gelen Zülkarneyn ismi verildiği söylense de, bu pek uygun düşmemektedir. Evet “Karn” kelimesi Arapça boynuz anlamına gelmekte ise de, Arapça-Osmanlıca büyük lügat Kamus-u Okyanus’ta aşağıdaki mânâları da verilmektedir.
a- Kam: Çekirge gibi hayvanların, başlarındaki (zooloji, araştırmacılarının bir nevi haberleşme aracı olarak kullandıklarını fark ettikleri) iki uzun kıldan her birisine denir.
Bu anlamda Zülkarneyn: iki antenli, uzaklarla haberleşen ve iletişim kurabilen demektedir.
b- Kam: Güneşin ilk doğduğu sırasındaki parlak ışık huzmelerine ve batışı anındaki son parıltısına denir.
Bu anlamda Zülkarneyn: İlk enerji sahibi, çok parlak iki ışık saçan araç sahibi demektir.
c- Kam: Bir kavmin hakimine ve Efendisine denir. Bu anlamda Zülkarneyn: Hem yer, hem gök ehlinden bazı varlıkların efendisi demektir.
d- Kam: Zaman sürecinden vakit ve hengameye denir ki bu anlamda Zülkarneyn: İki zamanlı ve iki boyut sahibi demektir. Yani, hem dünya hem Uzay şartlarına intibak edebilecek, hem insanlarla hem de ruhani varlıklarla irtibat kurabilecek kabiliyette olan demektir.
” Biz ona istediği her şeyden bir sebep (göklere çıkmak ve meseleleri aşmak için araç, formül, çare) verdik. (Kehf; 81)
Halbuki O’nun yanında (daha) nice (bilgiler ve yetenekler ve) vardı…”
(Kaf; 91)
Ayetleri de Zülkarneyn’in (a.s.) çok özel marifetlere ve yüksek meziyetlere sahip kılındığını bildirmektedir. Ve zaten Hüseyin vaiz, tefsirinde Zülkarneyn’e “zahir ve batma sahip mânâsı verilmiştir. Ki bu bizim lisanımızda “zülcenaheyn” demektedir.
İşte bu nedenlerle Hz. Zülkarneyn, Kur’an’da anlatılan maceralı yolculuğunun, yeryüzünden ziyade gökyüzünde geçtiği de söylenebilir.